Operadaki Lamba Cini Podcast'in yeni bölümü sizlerle!
Bu bölümde yine sanattan, tüm zamanların en çok sahnelenen operalarından birinden bahsedeceğiz. Ve dolayısıyla bir kitaptan, bir aşk öyküsünden.. Yaşanmış bir aşktan...
İster fahişe, ister iffet timsali bir nur yumağı olsun insanın kalbi pompalandığı müddetçe hayata anlam yüklemeye devam ediyor, birini sevmeye devam ediyor. Aşk ne gizemli şey... Kimi seveceğinize, kimin kalbine damla damla akacağınıza (çoğu zaman) siz karar veremiyorsunuz. Hani su akıyor ve yolunu buluyor ya, aşk da damla damla birine doğru akıyor kendi yolunu buluyor, birini sevmek denilen o şey... öyle ya da böyle oluyor işte. Bu bölümde zamanında çok sevilmiş bir kadını konuşacağız, anısı hala yaşayan o kadın... Peki kimdi o kadın?
Bundan 198 yıl önce Normandiya'da bir yerlerde siyah gözlerini Dünya'ya açtı Alphonsine Rose Plessis... Marie ve Marin çiftinin kızlarından biriydi, annesi kocasının eziyetlerine dayanamayıp kızlarını geride bırakarak evini terketmek zorunda kaldı. Alponsine henüz altı yaşındayken annesi Marie 1830'da erken yaşta gözlerini yumar... Babası edebiyata, filmlere, çeşitli sanat dallarına konu olacak kadar kötü bir adamdır Alponsine'in, kızını para karşılığı satan ismarcı, dayakçı bir ucubenin, bir anti kahramanın tekidir bana kalırsa...
Alphonsine Babasına 15'ine kadar dayabildi, 14-15 yaşına geldiğinde onun için artık gitme vaktiydi, tek başına Paris'e taşındı ve Marie Duplessis adıyla yeniden doğdu. adını değiştirirken maria magdalena'dan esinlendiği de söylenir ama ben annesinin adı olan Marie Plessis'e istinaden Marie Duplessis adını aldığına inanmak istiyorum, bu olayı öyle romantikleştireyim... O artık Marie Duplessis'idi. Paris'e geldiğinde okuma-yazma bile bilmiyordu... Marie sonraları bir butikte iş buldu ve hayata karıştı. Ufak tefekti Marie Duplessis, oyuncak bebek gibiydi, erkekler ona bayılıyordu. Büyük siyah gözleri ışıl ışıldı, siyah saçları ve büyüleyici gülümsemesiyle etrafındaki varlıklı varlıksız tüm erkekleri kendine hayran bırakıyordu.
O dönemde, Marie'nin bulunduğu çevrede ve sosyetede eğer evli değilseniz ya da rahibe değilseniz pek seçeneğiniz kalmıyordu, bağımsız bir varlık kazanmanın tek yolu erkeklere para karşılığı bedeninizi sunmaktı. Ne yazık ki Marie'de öyle yaptı, 16'sındayken kendi popülaritesini kazanmıştı. Varlıklı erkeklere toplantılarda eşlik ediyor ve daima etkinliklerde yer alıyordu, gece hayatını, partileri, eğlenceleri seviyordu. Sevgi dolu, zeki, tatlı, cıvıl cıvıldı Marie Duplessis. Okuma yazma bile bilmeden geldiği Paris'de pek çok şey öğrendi Marie, kocaman kütüphanesi olan bir evi bile olmuştu ve yaşantısının yanı sıra kültürlü bir kıza da dönüşmüştü. İlişkileri bitse bile erkeklerle sevgi ve saygı çerçevesinde veda ederdi. Paris'deki yeni hayatı sevdi Marie, lüksü, eğlenceyi, toplantıları, bolluğu... son derece şık son derece stil sahibi bir kızcağızdı.
Bir de kamelyaları çok severdi Marie, bir sebepten ötürü ayın 25 günü beyaz, 5 günü kırmızı kamelya takardı... Beyaz kamelya taktığı günlerde aşıklarını kabul ederdi. Kamelyalarıyla tanındı, kamelyalarıyla sevildi, öldükten sonra bile kamelyalarıyla anıldı. Evet o kamelyalı kadın, kamelyalı kadın'a ilham ve hayat veren o güzel kadının ta kendisi. O Marie Duplessis.
Pek çok aşığı vardı onun, bunlardan biri Alexander Dumas, fils, yani oğul Alexander Dumas'dı. Gönlünü ona kaptırdı genç Alexander, ilişkileri bir yıl bile sürmedi ama delikanlı çok sevdi Marie'yi. Sonradan kabul edilmiş olsa da, gayrimeşru bir oğuldu Alexander, kendi içinde toplum içinde yaşadığı kendi eziklikleri vardı. Belki bastırdığı o hisleri Marie'yle unuttu, hayatı Marie ile anlam buldu... Ama sürdüremedi genç Alexander... İlişkisine, sevdiği kadına deyim yerindeyse para yetiremedi, Marie'nin harcamalarını karşılayamayacak durumda olduğunu farkedince Marie'den ayrılıp, bağrına taş basıp yalnızlığı koynuna aldı Alexander Dumas. "Ne sana param yetecek kadar zengin, ne de senin paranla yaşayacak kadar onursuzum." der Alexander Dumas ve Marie'siz bir yaşama devam eder...
Marie pek çok erkeğin kalbini kazanmıştı demiştimya... Hem de ne çok... Napolyon'un bir akrabasının bebeğini dünyaya getirdiği ama bebeğin yaşamadığı, sonra adamla yollarının ayrıldığı bile söylenir. Bir rivayete göre Marie bu olayı yıllarca saklamış ama birgün bir arkadaşıyla paylaşmıştır... Sevildiği adamlardan biri malumunuz, besteci Franz Listz'dir. Listz onunla bir yaşam sürmek istemiştir ama gönlünü kaptırdığı kadına elbette kavuşamamıştır. Kalbini kazandığı adamlardan biri 70 yaşlarındaki Alman-Baltık asıllı Rus diplomat Kont Gustav Ernst von Stackelberg'dü. Onunla kaplıcalarda tanıştı Marie, kont onu çok sevdi, aslında kont Marie'yi belki de kızı yerine koydu çünkü daha önce üç kızını tüberküloz yüzünden toprağa koydu Kont. Kont Stackelberg aynı zamanda Kraliçe 2. Katerina'nın, Çariçe Büyük Katerina'nın da gözde adamlarından, diplomatlardan biriydi. Kont deyim yerindeyse tüm servetini Marie'nin ayaklarına serdi, pek çok erkek gibi. Aralarında belki platonik belki karşılıklı bir şeyler yaşandı ama kont daha sonra Marie'yi yalnız bıraktı.
Ama bunu sürdürmedi Marie..
Bu arada sevilen her kadın gibi o da kalbini birilerine kaptırdı.. Marie Duplessis'nin Fransız bir Kont'la evlendiği söylenir... Count Édouard de Perregaux...
Gel zaman git zaman bir şeyler değişti.Yaşadığı zorluklar, hayatındaki yoğun tempo ve ilkel sağlık koşulları onu içten içe hasta etmişti.
Sonra bir gün, 3 Şubat 1847'de henüz 23 yaşındayken tüberküloz sebebiyle son nefesini verdi Marie, hasta yatağında bile sevildiğini hissetti belki de.. ya da geçmişin güzel anılarına acıyla veda etti. Ölürken yanında eşi Kont Perregaux ve Kont Stackelberg olduğu rivayet edilir ve bir kaç hizmetçi. Maria Duplessis. 23 yaşında kara gözleri son kez kapanana kadar erkeklerin kalbinde ışıldadı. Ve evet öldükten sonra bile ışılmadaya devam etti...
Alexander Dumas, Marie'nin ölümünden sonra kederini yazıya döktü, Marie'nin bedeni çürümeye başlamadan hikayesi ölümsüzleşmeye başlamıştı bile. Kamelyalı Kadın 1848'de yayınlandı, alışılagelmiş bütün edebi eserler gibi şahıs isimler değişti, Alexander Dumas Armand Duval oldu, Marie Duplessis ise Marguerite Gautier. Alexander Dumas sevdiği kadının hatırasını her alanda yaşatmak istedi, 1852 yılında Kamelyalı Kadın'ı tiyatro sahnesine taşıdı, Giuseppe Verdi tiyatrodan ve hikayeden çok etkilendi, 1853 yılında La Traviata'yı sahneye koydu. Ve böylece tüm zamanların en çok sevilen, en çok sahnelenen operası La Traviata hayatlarımıza girdi.
Peki La Traviata nasıl bir opera?
Verdi'nin bu güzel şaheseri, Violetta Valery ve soylu Alfredo Germont arasında geçen ölümsüz aşkı anlatır. Pek çok opera gibi üç perdeden oluşmaktadır. İtalyanca librettosunu Francesco Maria Piave yazdı ve tüm o güzel melodiler Verdi ile hayat buldu. Operada Marie'nin, Marguerite'in adı Violetta oldu. Başlarda La Traviata'nın afiş adı Violetta'ydı, sonraları La Traviata adını aldı.
Marie Duplessis'nin hikayesi, Kamelyalı Kadın ve La Traviata'nın perdeleri, sahneleri... Hepsi, devamı ve daha fazlası podcast yayınında!! :)) Operadaki Lamba Cini Podcast'le sizlerle...
Apple Podcast'lerden hem indirip hem dinleyebilirsiniz, aynı zamanda Spotify'dan ya da buradan dinleyebilirsiniz.
Sevgiler,
Rumeysa x
Yorumlar